Hikaye

Hikaye

Öykümüzün ilk evresi, Güneydoğu’nun ücra bir sınır köyünde geçer.
Ezo, annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiştir. Çok çocuklu yakın bir akrabasının yanında biraz evlatlık, biraz besleme gibi büyütülür. Oldukça zeki, hırçın, isyankar yaradılışlı bir kızdır. İlkokulu bitirir, belki yakın köydeki ortaokulu da… (Öykünün ilerleyen aşamaları için biraz eğitim görmüş olmasında yarar var). Ancak sıra liseye gelince, onu yetiştiren ailenin olanakları fazlasına elvermez. Zaten en yakın lise, 70 kilometre uzaktaki kasabadadır; Ezo, çifte çubuğa ‘sürülür’. Bu işlerde de oldukça beceriklidir. Traktörün, biçerdöverin tepesinde, ya da kamyonetin direksiyonunda bir erkekten farksızdır. (Ezo’nun bu aşırı gayretkeşliğinde içinde, biraz da ‘besleme’ olmanın getirdiği eziklik ve kendisine ‘sunulanları’ sonuna kadar hak etme dürtüsü vardır.) İşin kötüsü, Ezo aynı zamanda baya da güzel bir kızdır; hiçbir şey yapmasa da, varlığı, köyün erkek dünyasını tatlı hayallere sürüklemeye yeter; iki kişi hariç… Ömer ile Bilal…Onlar, bu hayallerden kendilerine biraz fazlaca pay çıkarırlar. Ömer, hikayenin ‘iyi’ adamı ve Ezo’nun ‘sıkı’ yavuklusudur. Birbirlerini gerçekten çok severler. Şimdilik tek sorun, Ömer’in askerde olması ve Ezo’nun gün saymasıdır. Her ne kadar, “sayılı gün çabuk geçer” dense de, bekleyenler.. bilhassa da aşıklar için zamanın biraz ‘ağır’ yol aldığı bilinen gerçektir.
Tabii hiçbir hikayede, hiçbir aşkın, öyle ‘tıkır tıkır’ yolunda gitmesine izin verilemez. Tam bu noktada, Bilal girer devreye. Bilal… Köyün bıçkın ağası ve hikayenin kötü adamı. Ömer’in babası Demirci Dinar Usta, köyün kahvesinde, çayını yudumlayıp, çubuğunu tüttürüp, ‘gazi’ oğlunu beklerken, Bilal, “..ulan onca vatan evladı bu mübarek topraklara kanını akıttı, hey büyük Allah’ım, sen Ömer kuluna şehitlik nasip et, onu sorgusuz sualsiz cennetine kabul et!” diye dualar(!) etmeyi sürdürür. Ancak köyün imamı bir gün kendisine, “Allah sadece temiz kullarının halisâne dualarını dikkate alır” deyince, Bilal’in gözü birden açılır, duayı falan boş verip, eşeğini sağlam kazığa bağlama ihtiyacı hisseder; ekonomik gücünü kullanarak Ezo’nun ailesi üzerindeki baskısını yoğunlaştırır. Gerçi Bilal zaten evli bir adamdır, evde imam nikahlı iki karısı daha vardır ama O, çocukluğundan kalma saçma sapan bir tekerlemeyi, hayatının temel gerçeği haline getirip, tutturmuştur, “Allah’ın gayrı üçtür ve dahi üçüncüsü en kıymetlisidir” diye, Ezo’yu hayatının temel saplantısı haline getirir. Ezo’nun evine üst üste haberler gönderir; hele Ezo bir ‘evet’ desin, Bilal ‘yemin billah’ hükümet nikahı da yapacaktır genç kıza… Onca yıldır Ezo’yu besleyip büyüten aile, hem Bilal belasından kurtulmak için, hem de Ezo’yla ilgili geride artık yapılacak pek bir şey kalmadığı için bu teklife sıcak bakmaya başlamıştır: Çünkü oraların geleneğinde kız dediğin nedir ki; “..doğar, büyür, memeleri çıkar, evlenir!” Neticede Ömer ile Ezo arasında ne söz vardır ne nişan, hem olsa da Bilal’in umuru mu?.. Kötü adamımız, köyde el altından ‘şayialar’ yayar:
“Acaba Ömer, gelince Ezo’yu isteyecek mi?..”
Gezici komando birliğiyle o dağ senin bu dağ benim dört dönen, arada bir Kuzey Irak’a girip çıktığı ‘rivayet’ edilen Ömer’in mektupları da o sırada kesilmez mi?.. Anında yeni bir söylenti:
“Galiba gittiği yerde gönlünü başkasına kaptırdı!”
“Kız çok güzelmiş diyorlar”
“Komutanın kızıymış!”
Köylük yerde insanlar, biraz boşluktan, biraz ‘kaynatmayı’ sevdiklerinden, bu laflarla oyalanırken, sayılı günler sonunda gerçekten de biter, terhis olan Ömer, davullu zurnalı bir karşılama eşliğinde köyün kapılarına dayanır. Uzaktan olanca fesatlığıyla bu şaşalı gelişi izleyen Bilal, için için fokurdar:
“Hele şu rezilin ettiğine bak! Sanki Viyana kapılarına dayanmış deyyus!” ... 

Ömer, Viyana kapısına değilse de, köye girip, kendisini kahvede karşılayan babası Dinar Usta'nın elini öptükten hemen sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ezo'nun kapısına dayanır. Kardeşi Cin Ali'nin uzattığı tabancayı alıp bekler. Bir yandan davullar vurup zurnalar çalmaktadır… O sırada, takmış takıştırmış, gözüne sürmeler çekmiş Ezo, süzülerek evin kapısından çıkar. Onun çıkmasıyla da Ömer, tabancasını doğrultur, evin damındaki testiyi tek atışta vurup, kırar. Geleneklere göre Ezo, böylece istenmiş olur.

Aynı akşam Ömer'in ailesi (Baba Dinar Ağa ile anne Hacer), Ezo'nun evine giderler. Ortalık –başta Bilal olmak üzere- şöyle bir ayağa kalksa da, Ezo'nun ‘dediğim dedik' tavrı karşısında yapılacak fazla bir şey yoktur; düğün dernek kurulur, Ezo, Ömer'le evlenir.

Evliliğin ilk zamanları oldukça keyiflidir. Tek sıkıntı, kamyon şoförlüğü yapan Ömer'in günler, bazen haftalar süren seferleridir. Dinar Ağa ve Hacer Ana, iyi yürekli insanlardır. Aile içinde Ezo'nun kendini en yakın hissettiği kişiyse, kayınbiraderi Ali'dir. Herkes ona Cin Ali der; köyün en matrak adamıdır; biraz it, oldukça kurnaz, tatlı serseri ve komik… Aklı fikri kolay yoldan para kazanmak olan Ali, bir yandan demirci dükkanında babası Dinar Usta'ya yardım ederken, bir yandan da köyde İddaaa, at yarışı, milli piyango, loto, vs.. bayiliği açmıştır. Dükkanın bir köşesinde, elden düşme iki üç bilgisayardan oluşan internet kafede, köyün bıçkın delikanlıları, ‘ahlar vahlar' içinde bilinmedik dünyaların sanal güzelleriyle ‘chat'leşirken, Cin Ali'nin yaptığının bir nevî ‘pezevenklik' olduğu bile köyde ciddi ciddi konuşulur. Ali tabii ki hakkında söylenenlere gülüp geçer; günün dedikodularını akşam olunca yengesi Ezo ile paylaşır; ikisi kırk yıllık kardeş gibidir, birbirlerini acayip eğlendirirler. Bu arada Cin Ali, kaderin garip tecellisi, en olmayacak kişinin kardeşine, hikayenin kötü adamı Bilal'in kız kardeşi Meryem'e aşıktır; hatta aşktan da ötesi, iki gencin kaçamak aşklarındaki ‘hararet' epeyce bir yükselmiştir. Ömer'e gelince… Gece-gündüz, dağ-tepe demeden, Irak-İran, arada bir de Suriye, gider gelir, aklı fikri hep geride, ‘vuslatına' bir türlü doyamadığı gül gibi karısı, yari her şeyi Ezo'da... Bulunduğu köy, yaşadığı dünya, ona dar gelmeye başlamıştır. En büyük ideali, çokça para kazanmak, karısı Ezo'yu, elinden kaptığı gibi, daha rahat soluk alacağına inandığı büyük şehirlerden birine, belki güney sahillerindeki turistik kasabalardan birine kapağı atmak ve orada daha ‘insanca' olduğuna inandığı bir hayatı yaşamaktır. Düşmanlığını asla gizlemeyen Bilal'in, ‘çevre kirliliği' gibi etrafını kuşattığını gördükçe Ömer, bu fikre daha da tutkuyla sarılır. Deliler gibi kamyonuyla gider, gelir.. yemez içmez, kazandığı her kuruşu biriktirir. Bu yoğun ve gergin çaba son zamanlarda sinirlerini yıpratmaya başlamıştır. Bir gece yarısı eve biraz telaşlı gelir. (Kamyonun kasasında birkaç kurşun deliği vardır, ancak gece karanlığında evdekilerin dikkatini çekmez) Karısı uyuduktan sonra sessizce kalkar. Ezo'nun, kendisine öz anasından hatıra kalan; gözü gibi sakınıp sakladığı ahşap oymalı, sedef kakmalı, içi kadife kaplı, büyükçe bir mücevher kutusu vardır; içindeki takılardan –manevi anlamda- çok daha değerli bir kutudur. Ömer o kutuyu alır, kadife kaplamasını özenle açar, cebinden çıkardığı bir krokiyi kutunun zeminine yerleştirir ve kadifesini gene tutturur (yapıştırır), sabahın köründe de evden ayrılır.

Birkaç gün sonra Ömer'in öldüğü haberi gelir!

Ömer, yola döşenmiş bir mayının üstünden geçerken kamyonuyla birlikte havaya uçmuştur. Kamyondan geriye kalan, yanıp kavrulmuş şekilsiz bir hurda yığını… Ömer'den geriye kalansa, nerdeyse hiçbir şey.. ceset nâmına birkaç kemik parçası, bir avuç kül ve Ömer'e ait olduğu anlaşılan birkaç özel eşya…

 

(Ömer'in ölümüyle ilgili hikayenin aslı ise şudur: Ömer, komşu ülkelerle Türkiye arasında sadece yasal ‘taşımacılık' işleri yapmaz. Arada bir başka şeyler de taşır. Bunların sonuncusu, Amerika'nın Irak 

‘çıkartması'ndan sonra, ‘yeraltına' çekilen bir Baas Partisi generalidir. Amerika'nın Saddam'dan sonra aradığı önde gelen bir kişidir bu general ve partiye ait altınlarla birlikte ortadan kaybolmuştur. Ne kendi kaçabiliyordur yurtdışına, ne altınları gün ışığına çıkartabiliyordur. Sonunda General altınları gömer, gömdüğü yerin bir krokisini çizip yanına alır; Ömer'in kamyonuyla birlikte Türkiye'ye geçmek üzere yola çıkar. Ancak kamyon, sınıra yakın bir yerde kurşun yağmuruna tutulur. Ömer, ateş altında kaçmayı başarır. Ne var ki General, aldığı yaralarla ölür. Ömer, belayı atlattıktan sonra cesedi kamyondan indirip, yol kenarındaki bir çukura gömer, hatta üzerini taşlarla kapatıp, başucunda bir de fatiha okur ama Generalin cebindeki krokiye de el koymayı ihmal etmez. O gece Ezo'nun kadife kutusuna gizlediği de, altınların yerini gösteren bu krokidir.

Bu olaydan iki gün sonra Ömer, Kuzey Irak bölgesinde bir arkadaşıyla birlikte ıssız bir yerde mola verir. Mola sırasında uğradıkları baskında kamyonları uzaktan atılan roket mermisiyle havaya uçurulur. Mermi atılmadan az önce Ömer kamyondan inmiştir. Arkadaşı, kamyonla birlikte havaya uçar. Bulunan kemikler ve küller, Ömer'in arkadaşına aittir. Ömer, peşine kötü adamların takılacağından adı gibi emin olduğundan, hemen köye gitmez. Kaçmayı dener;dağlara vurur; ancak, altınları ve Baas Parti'li generali takip eden adamlardan kaçarken, bu kez de dağdaki eşkıyanın eline düşer. )

 

Ömer'in ardından köyde ağıtlar yakılır. Ezo elbette perişan olur. Sebebini açıklayamadığı bir şekilde, belki sadece garip bir hisle, Ömer'in öldüğüne bir türlü inanamaz. Geceleri rüyasında –ki bu rüyalar kimi zaman kâbusa dönüşür- Ömer'i görür. Ömer, anlaşılmaz laflar eder karısına; sanki bir şeylere işaret etmek ister gibidir.

“..sanki yaşıyor gibi” der, Ezo.. “..sanki gelecekmiş gibi, bekle, der gibi…” Ezo beklemeye başlar. Köyün girişindeki ‘bekleme taşına' çıkar ve gözlerini ufka dikerek, sayısız gün batımı bekler. (Kocaman bir kayadır aslında üstüne tüneyip beklediği; ismini Ezo'nun bitip tükenmez bekleyişlerinden almıştır)

 

Aradan birkaç ay geçer. Ailenin matem faslı biter ama Ezo'nun delicesine bir saplantıyla bekleyişi bitmez. (Buraları kısa geçeriz) En zor anlarında, en yakınında, kardeş bildiği, kardeşten öte ‘can' bildiği Cin Ali vardır.

Ezo, Ömer'in ölümünden sonra da Dinar Ağa ile Hacer Ana'nın evinde yaşamayı sürdürür. Bu iki insan (ve elbette Cin Ali), Ömer'in hatırası olarak Ezo'yu bağırlarına basarlar. Derken Ömer'le evlendikten sonra ‘uykuya' yatan Bilal'in, Ezo ‘iştahı', bu süreçte tekrar uyanır. Gene baskılar, gene taciz… Bilal'in gizliden gizliye Cin Ali'yi kışkırtmaları: “Yengeni ikna et, yoksa Meryem'i nah alırsın!” Cin Ali de bezmiştir Bilal'in sıkıştırmalarından. “Tamam, ayarlıyıcam bu işi, söz” der, çekip gider. Aile o gece oturur, kendi içlerinde uzun uzun (biraz da kara kara, ne yapacaklarını düşünürler)

Cin Ali, ertesi sabah, Bilal'in kapısına dayanır:

“Ağam kusura bakma, anamla babam Ezo'yu vermişler!” Bilal'in tepesi atar, gözü döner: “Kime vermişler lan?!!”

“Bana!!!”

Bilal, önce Ali'nin kıçını bir güzel tekmeler, sonra hızını alamaz, duvardaki tüfeğine uzanır; peşinden saçma yağdırırken Cin Ali, tabana kuvvet kaçar.

 

Cin Ali'yle, Ezo, imam nikahıyla evlendirilir. Herkes karı koca bilse de, onlar gene eskiden olduğu gibi bacı-kardeştir. Geceleri odalarından –tıpkı eskiden olduğu gibi- kahkaha sesleri gelir; gerçi bu kahkahalar, “cilveleşmenin dozunu biraz fazla kaçırdılar” şeklinde yorumlanır, hatta yer yer, “..tamam evlendirmesine evlendirdik de.. ama insan ağasının

karısıyla bu kadar da mutlu olmaz ki, ayıp denen bir şey var!..” türünden yorumlar devreye girse de, onların ilişkilerinde değişen bir şey yoktur. Gelgelelim, çevrelerindeki çember giderek daralmaktadır. Bir yandan Bilal'in baskıları, bir yandan çevreden, “E hadi ama nerde kaldı bu çocuk?” diye tutturanlar!.. “İlle de çocuk” diye gözlerini dört dikmiş, Meryem'in karnına bakanların savunduğu başlıca tez şudur: “Hadi Ömer'i anladık, rahmetli mütemadiyen seferiydi.. kamyona binmekten vakti olmuyordu.. ya bu Cin Ali'ye ne demeli?.. Bunlardan biri kısır ama acaba hangisi?”

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de son zamanlarda köyde ve köyün çevresinde dışarıdan gelen garip adamlar peydahlanmaya başlamıştır; kimileri sınırın ötesinden gelen Araplar, kimileri koyu renk elbiseleri ve aynalı güneş gözlükleriyle, lüks arabalar içinde büyük şehirlerden gelme süzme ‘itler'… Bir iki gün kalıp, etrafta ‘rahmetli' Ömer'le ilgili tuhaf sorular sorup giderler ve ne tesadüftür ki, bunların çoğu da, en azından bir kahve içimi Bilal'in yanına uğramayı ihmal etmezler!

Sonunda Ezo ve Ali, köyde kaynayan bu kazana daha fazla dayanamazlar. Plan kurulur. Ezo, Antakya'daki Ebe Ana'nın yanına kaçacaktır.

( O Ebe Ana ki, kafası kızınca, “Ulan bu köyün en az yarısını ben doğurttum, hay elime sıçayım!” diyecek kadar biraz ağzı bozuk, fazlasıyla dobra bir kadındır. Rivayet odur ki, Ebe Ana, dünyaya gelmesine vesile olduğu ‘ürünlerden' ötürü yaşadığı derin hayal kırıklığıyla mesleği bırakmış, dünya tatlısı, aklı ve yüreği aydınlık bir kişi olan kocası Müezzin Hasan Efendi ile, memleketi Antakya'ya yerleşmiştir. )

Ezo ve Cin Ali, bir sabah kamyonetle evden ayrılırlar. Kasabaya doktora gideceklerdir. Ezo, bohçasını da ‘çaktırmadan' bu arada kamyonete atmıştır; tabii yanından hiç ayırmadığı aile yadigarı mücevher kutusunu da… Akşamüzeri Ali, yayan yapıldak, kafa göz dağılmış köy yolunda görünür. Merakla soranlara verdiği cevap baştan ezberlenilmiş şu repliktir: “Su içmek için bir çeşme başında durduk. Ezo kafama bir şey vurdu, kaçtı!” Köylü şaşkındır. Ali'nin kafasındaki yarığa bakarak ikna olurlar. Ertesi günde kamyonet, olay mahallinden birkaç kilometre uzakta, şehirlerarası karayoluna yakın bir noktada bulununca yorumlar netleşir:

“Ezo bir otobüse atlayıp gitti!

“Artık hangi cehenneme gittiyse?..”

“Kesin sermaye olur, yakında alırız haberini!”

Ezo, Antakya'ya, Ebe Ana'nın yanına kaçtıktan sonra hayatında yeni sayfa açılır. Genç kadın, sırtını başkalarına yaslayarak hayatını sürdürecek ‘sığınmacı' bir kişilikten çok uzaktır. Ebe Ana ile Hasan Efendi'nin “..dur telaş etme” demelerine aldırmadan hemen kendi hayatını kurmak için çabalamaya başlar ve tabii ki fırsat buldukça gizliden gizliye Cin Ali'yle haberleşir. Ali, fırsat buldukça etrafa pek belli etmemeye çalışarak atlayıp, yengesini görmeye gider, “bir ihtiyacı var mı?” diye, yoklar. Ezo, gene ve hâlâ Ömer'i beklemektedir. Rüyalarında Ömer görünmeye devam etmektedir ona; inatla ve ısrarla… Cin Ali, umutsuzca, içi titreyerek, ama acısına büyük saygı göstererek dinler yengesi, bacısı, Ezo'yu. Ezo, yana yakıla aynı şeyleri anlatmaktadır:

“Bu kadar rüya boşuna olamaz Ali” der, “..gaipten duyduğum bu sesler.. Kaç sefer dualar ettim, yatırlara gittim, adaklar adadım.. dedim ki, eğer Ömer'im ölmüşse Rabbim ölmüş yüzünü göstersin bana… Ertesi gün Ömer'i rüyamda gene gördüm.. hiç görmediğim kadar capcanlı gördüm!”

Bu sıralarda, eşkıyanın elinde tutsak olan Ömer, bir yolunu bulur ve kaçar. 

Ezo, önce eski bir sabun fabrikasından bozma Antakya'nın en lüks eğlence mekanına temizlikçi olarak girer. Kısa bir süre içinde, kıvrak zekası ve becerikliliğiyle dikkat çeker; kılık kıyafeti değiştirilir, hafif makyaj yapılır kendisine; ortaya bambaşka bir kadın çıkmıştır. Ezo, vestiyere yerleştirilir.

Kaçtıktan sonra bin bir yolu deneyerek ve izini kaybettirerek, gecenin karanlığında, sessizce ve tebdili kıyafet, köyüne yaklaşır Ömer. (Zaten insan kılığından çıkmıştır, tanınmaz haldedir) O ânâ kadar ölümlerden dönmüştür ama şimdi duydukları ölümden beterdir. Ezo, kardeşi Cin Ali'yle evlenmekle kalmayıp, üstüne üstlük bir de evden kaçmış ve kötü yola düşmüştür. Ömer, gece yarısı, en yakın arkadaşı, sırdaşı ve kankardeşi Hasan'ın camına tıklatır. Hasan, Ömer'i karşısında görünce adeta şok geçirir. Ömer'in duyduğu her şeyi doğrular. Ezo'nun evden kaçtığını da… Nerde olduğunu kimseler bilmiyordur Ezo'nun… Yalnız, Cin Ali, son zamanlarda sıkça Antakya'ya gidip gelmektedir ama… “günahı boynuna!” Ömer, kendisinden kimseye bahsetmemesini ister Hasan'ın; geldiği gibi gene sessizce ama içinde büyük bir öfke ve kırgınlıkla, kimselere görünmeden köyden uzaklaşır.

Bu arada Ezo'nun Antakya'daki lüks eğlence mekanında devam eden iş hayatı bir gece beklenmedik bir şekilde sona erer. Oldukça ünlü ve zengin bir kadının vestiyere bırakılan giysisinin yakasındaki pahalı bir aksesuar (pırlanta iğne, broş, vs..) kaybolur. Dikkatler Ezo'nun üzerindedir. Zengin kadın Ezo'yu, hırsızlıkla suçlar, ayaküstü büyük bir cıngar kopar. Ezo, polislerin ortasında yaka paça karakola götürülmek üzere mekandan çıkartılır. Tam bu sırada karşı sokağın köşesinde dikilen Ömer, Ezo'yu, eğlence yerindeki ‘iş kıyafeti' ve makyajlı haliyle görür. Sinirinden yumruklarını dişler; öfkeden midesine kramp girer, olduğu yerde iki büklüm kıvrılıp kalır; Ezo'nun ‘kötü yola' düşmesiyle ilgili olarak söylenen her şeyin doğru olduğunu gözleriyle görmüştür(!)

Ezo, karakolda nezarete atılır. Eğlence mekanında çalışan garson arkadaşları, kayıp iğneyi birkaç saat sonra bulup getirirler. İğne, kadının oturduğu iskemlenin altından çıkmıştır. Ezo aklanır. Mekanın patronu, Ezo'ya karşı epeyce mahcuptur, özür diler, işe devam etmesini ister, dahası, oldukça da etkilenir bu alışılmadık, hırçın bakışlara sahip Ezo'dan… Kendi deyişiyle “..vahşi bir kedi kadar yırtıcı ve cazip” gelmiştir Ezo bu adama… Adamın adı, Rıfat…

Kısa süre işsizlik yaşayan Ezo'nun bu durumu fazla uzun sürmez. Ebe Ana'ya kulak verecek olursak, “..bir kapıyı kapatan Allah, eninde sonunda başka bir kapıyı açacaktır” Nitekim açar da… Ancak açılan bu yeni kapı, hiç de hesapta olmayan bir yerin.. bir kilisenin kapısıdır! Ezo baştan afallar: “Bu ne biçim kapıymış böyle, gavur kapısı” diyecek olursa da Müezzin Hasan Efendi, anında ‘tavrını' koyar. Öncelikle ‘gavur' türünden laflar cahilce edilmiş laflardır, bu bir.. Neticede, yeryüzünden geçmiş ve geçecek her insana, aynı Tanrı tarafından can verilmiştir ki, o zaman da bizlere düşen tıpkı Yunus gibi düşünmektir: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” , etti iki… Üçüncüsü ve belki diğerleri kadar önemli olmasa da Müezzin Hasan Efendi'yi şu sıralar en çok ilgilendireni, söz konusu kilisenin papazına karşı son günlerde tavlada şansının bir türlü yaver gitmeyişidir; ama sırf bunun için de adama göz göre göre ‘gavur' denmesine razı gelemez ki canım!..

Ezo kilisede, ‘temizlikçi' olarak çalışmaya başlar. Yaşlı, güler yüzlü, cana yakın, son derece sevimli biridir Peder Manulas. Ezo, bunaldığı zamanlarda bir koşu iki sokak ötedeki Galip Dede türbesine gider, duasını eder, sonra tekrar işinin başına döner.

Ezo, önce eski bir sabun fabrikasından bozma Antakya'nın en lüks eğlence mekanına temizlikçi olarak girer. Kısa bir süre içinde, kıvrak zekası ve becerikliliğiyle dikkat çeker; kılık kıyafeti değiştirilir, hafif makyaj yapılır kendisine; ortaya bambaşka bir kadın çıkmıştır. Ezo, vestiyere yerleştirilir.

Kaçtıktan sonra bin bir yolu deneyerek ve izini kaybettirerek, gecenin karanlığında, sessizce ve tebdili kıyafet, köyüne yaklaşır Ömer. (Zaten insan kılığından çıkmıştır, tanınmaz haldedir) O ânâ kadar ölümlerden dönmüştür ama şimdi duydukları ölümden beterdir. Ezo, kardeşi Cin Ali'yle evlenmekle kalmayıp, üstüne üstlük bir de evden kaçmış ve kötü yola düşmüştür. Ömer, gece yarısı, en yakın arkadaşı, sırdaşı ve kankardeşi Hasan'ın camına tıklatır. Hasan, Ömer'i karşısında görünce adeta şok geçirir. Ömer'in duyduğu her şeyi doğrular. Ezo'nun evden kaçtığını da… Nerde olduğunu kimseler bilmiyordur Ezo'nun… Yalnız, Cin Ali, son zamanlarda sıkça Antakya'ya gidip gelmektedir ama… “günahı boynuna!” Ömer, kendisinden kimseye bahsetmemesini ister Hasan'ın; geldiği gibi gene sessizce ama içinde büyük bir öfke ve kırgınlıkla, kimselere görünmeden köyden uzaklaşır.

Bu arada Ezo'nun Antakya'daki lüks eğlence mekanında devam eden iş hayatı bir gece beklenmedik bir şekilde sona erer. Oldukça ünlü ve zengin bir kadının vestiyere bırakılan giysisinin yakasındaki pahalı bir aksesuar (pırlanta iğne, broş, vs..) kaybolur. Dikkatler Ezo'nun üzerindedir. Zengin kadın Ezo'yu, hırsızlıkla suçlar, ayaküstü büyük bir cıngar kopar. Ezo, polislerin ortasında yaka paça karakola götürülmek üzere mekandan çıkartılır. Tam bu sırada karşı sokağın köşesinde dikilen Ömer, Ezo'yu, eğlence yerindeki ‘iş kıyafeti' ve makyajlı haliyle görür. Sinirinden yumruklarını dişler; öfkeden midesine kramp girer, olduğu yerde iki büklüm kıvrılıp kalır; Ezo'nun ‘kötü yola' düşmesiyle ilgili olarak söylenen her şeyin doğru olduğunu gözleriyle görmüştür(!)

Ezo, karakolda nezarete atılır. Eğlence mekanında çalışan garson arkadaşları, kayıp iğneyi birkaç saat sonra bulup getirirler. İğne, kadının oturduğu iskemlenin altından çıkmıştır. Ezo aklanır. Mekanın patronu, Ezo'ya karşı epeyce mahcuptur, özür diler, işe devam etmesini ister, dahası, oldukça da etkilenir bu alışılmadık, hırçın bakışlara sahip Ezo'dan… Kendi deyişiyle “..vahşi bir kedi kadar yırtıcı ve cazip” gelmiştir Ezo bu adama… Adamın adı, Rıfat…

Kısa süre işsizlik yaşayan Ezo'nun bu durumu fazla uzun sürmez. Ebe Ana'ya kulak verecek olursak, “..bir kapıyı kapatan Allah, eninde sonunda başka bir kapıyı açacaktır” Nitekim açar da… Ancak açılan bu yeni kapı, hiç de hesapta olmayan bir yerin.. bir kilisenin kapısıdır! Ezo baştan afallar: “Bu ne biçim kapıymış böyle, gavur kapısı” diyecek olursa da Müezzin Hasan Efendi, anında ‘tavrını' koyar. Öncelikle ‘gavur' türünden laflar cahilce edilmiş laflardır, bu bir.. Neticede, yeryüzünden geçmiş ve geçecek her insana, aynı Tanrı tarafından can verilmiştir ki, o zaman da bizlere düşen tıpkı Yunus gibi düşünmektir: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” , etti iki… Üçüncüsü ve belki diğerleri kadar önemli olmasa da Müezzin Hasan Efendi'yi şu sıralar en çok ilgilendireni, söz konusu kilisenin papazına karşı son günlerde tavlada şansının bir türlü yaver gitmeyişidir; ama sırf bunun için de adama göz göre göre ‘gavur' denmesine razı gelemez ki canım!..

Ezo kilisede, ‘temizlikçi' olarak çalışmaya başlar. Yaşlı, güler yüzlü, cana yakın, son derece sevimli biridir Peder Manulas. Ezo, bunaldığı zamanlarda bir koşu iki sokak ötedeki Galip Dede türbesine gider, duasını eder, sonra tekrar işinin başına döner.

Cin gibi zeki olan bu kadın, önce köyden kaçmıştır, sırası geldiğinde elbet bir punduna getirip altınların üzerine konacaktır.)

Kasabadaki sağlık ocağının şartları oldukça çetindir. Bu çetin şartlar daha çok, henüz birkaç aydır orada yaşamaya başlayan Aylin ile kızı Ayşegül'ü etkiler; çünkü Ezo çok daha beterlerini yaşamıştır. Sözgelimi lojmanda iki genç ve güzel kadının varlığını duyan serserilerin onları taciz ettikleri bir gece yarısı Ezo, eski hastabakıcının giderken sağlık ocağında bıraktığı av tüfeğini kaptığı gibi ortalığı cehenneme çevirir; lojmanı basmaya niyetlenen serseriler neye uğradıklarını şaşırarak çil yavrusu gibi kaçışırlar. Ancak bu tatsız olay, durumu keşfe gelen jandarma karakol komutanı Üsteğmen Selim ile Aylin arasındaki hoş bir ilişkinin de başlangıcını oluşturur.

Başka bir gün, bir dağ köyündeki doğuma acilen gitmeleri gerektiğinde, sağlık ocağının demirbaşına kayıtlı sepetli motosikleti (ki Aylin'in gözünde işe yaramaz, berbat bir hurdadan başka bir şey değildir o alet), Ezo, yağa pasa bulaşma pahasına tamir eder ve dağ yollarında rüzgar gibi sürer. Motorun sepetinde oturan Aylin'in yüreği ağzındadır, ama sonunda köye ulaşırlar ve genç bir annenin hayatı bu sayede kurtulur.

* * *

Rıfat Bey'in, Ezo'yu takibi ise sürer. Rahatsız edici bir takip değildir bu. 40'lı yaşların başında, şehrin ‘ağır abisi' konumunda bir adamdır Rıfat ve Ezo'ya karşı duygularında oldukça samimidir. Ancak Ezo gerçekten erkeklerin dünyasına kapamıştır kendisini…

u arada Ezo'yu kızı gibi gören ve seven Peder Manulas'ın sağlığı gittikçe bozulur. Yatağa düşer. Aslında oldukça varlıklı bir insandır Peder, son derece zengin bir aileden gelmektedir.Ezo, sağlık ocağından ayrılıp, Manulas'ın evine yerleşir ve onun hastabakıcılığını üstlenir. Aylin'in gözetimi altında yürütülen bir hastabakıcılık görevidir bu. Aylin hemen her gün eve gelir; hem Peder ile, hem Ezo'nun dersleriyle ilgilemeyi sürdürür. Ancak bir gün beklenen son gelir. Manulas vefat eder. Her şeye rağmen ömrünün son demlerini son derece mutlu biri olarak geçirmiştir Ezo'nun yanında.

Vasiyeti açıldığında herkes şaşırır kalır. Manulas'ın bilinenden de büyük bir serveti vardır ve adam servetinin hatırı sayılır bir kısmını, yaşadığı ev dahil Ezo'ya bırakmıştır!

ntakya'da, Ezo ve Cin Ali'nin çevresinde dolaşan adamlar; bu miras meselesine inanmazlar. Onlara göre Ezo'nun, Pederi ve avukatını ayarlayarak kurduğu bir tezgahtır bu; yani bir tür para aklama operasyonu!.. Ezo, altınların üstüne çoktan oturmuştur! Her ne kadar Ezo, peşindekilerin bu suçlamasını duyduğunda, “Ne yani, şimdi ben Saddam'ın altınlarına mı konmuşum?” deyip, kasıkları çatlayıncaya kadar gülecekse de, durumun ‘vahametini' kısa bir süre zarfında anlayacaktır. Bilhassa, öldüğünü sandığı kocası Ömer, bir gece yarısı çıkıp geldiğinde!..

 

Facebook beğen
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol